Atatürk ve Halil Ağa’nın Öyküsü

Başlatan Tekyürek, 25 Ekim 2014, 17:43:27

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Linklerin Görülmesine İzin Verilmiyor Üye ol Veya Giriş Yap





Atatürk ve Halil Ağa’nın Öyküsü



[/i]



 Atatürk ve Nuri Conker, birinin  hazırladığı, ötekinin uyguladığı plan  sonunda Florya Köşkü’nün tüm  nöbetçilerini atlatırlar ve köşkten  kaçarlar…



 Altlarında, Nuri Conker’in bir  arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu  akşamı sonbaharın tadını  çıkararak, Çekmece’ye doğru gidiyorlardı.  Birden Atatürk’ün gözleri  akşam güneşi altında çift süren bir köylüye  takıldı. Yaşlı bir adamdı  bu. Sabanının sapına iyice yapışmış,  toprakları yavaş yavaş  deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir  yanında merkep vardı.  Eşit güçlerle çekilmediği için saban yalpa  yapıyordu.



 Atatürk şoföre durmasını söyledi.



 İndiler. Köylüye seslendi:

 â€œKolay gelsin Ağa!..”



 Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:

 â€œKolay gelsin”



 â€œİşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?”



 Köylü isteksiz konuştu:

 â€œTanrı’nın gücüne gitmesin bey, bu  yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı  bizde, acığı yukarda! Biz geç  davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.”



 â€œBakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün  yok mu senin?”



 â€œVar olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.”



 â€œHiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey!  Muhtara şikayet etseydin…”



 Köylü güldü:

 â€œMuhtar başında deel miydi memurun, a bey?”



 Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:

 â€œKaymakama gitseydin.”



 Köylü iyice güldü.

 â€œSen de benle gönül mü eyleyon beyim?” dedi.



 Atatürk konuşmayı sürdürdü.

 â€œE peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini… Onun işi  bu değil mi?”



 Köylü Atatürk’ün saflığına inanmış  iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın  tadını çıkardığı için keyiflenmişti  de biraz. Kestirip attı:

 â€œBırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok  gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?”



 Atatürk sordu:

 â€œAdın ne senin Ağa?”



 â€œHalil… Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler...”



 â€œDemek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.”



 â€œAcık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa’ya çıkmış.”



 â€œPeki Halil Ağa, bu senin işin beni  bayağı meraklandırdı. Benim  bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı  elinden alınmaz. Sen aldılar  diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali öyle  diyelim; e.. peki bir başvekil  İsmet Paşa var bilir misin?”



 â€œBilmez olur muyum, beyim?”



 â€œTamam öyleyse, hemen her hafta  İstanbul’a geliyor. Florya Köşkü’ne  iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün  kapıda bekleseydin de derdini  dökseydin ona… Herhalde çaresini  bulurdu.”



 â€œSen benim konuşmamdan hoşlaştın,  gönül eyliyorsun. Ama bak şimci,  tutalım gittim vardım, beni o kapıya  koymazlar ya… Tutalım ki kodular,  koskoca İsmet Paşa’mızı göstertmezler  ya. Tut ki gösterdiler ya ona  halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın  sağarı! Heç işitmez beni...”



 Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.

 â€œE peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!” dedi

 â€œAtatürk koca yaz şuracıkta oturup  duruyordu. Gitseydin, çıksaydın  önüne, anlatsaydın halini. O da seni  yüzüstü bırakacak değildi ya!..”



 Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.

 â€œSen ne diyorsun bey?” dedi.

 â€œMustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün  yüzünü görmek için Peygamber gücü  gerek… Hem, tut ki gördük. Yiyip  içmekten, işinden gücünden başını  kaldırıp bizim öküzün arkasından mı  seyirecek?..”



 Halil Ağa, sigarasının son nefesini  ciğerlerine doldururken, Atatürk’ten  yeni aldığı sigarayı da kulağının  arkasına yerleştiriyor, çiftinin  başına gitmeye hazırlanıyordu.  Konuşacak bir şey de kalmamıştı.

 Atatürk köylünün omuzuna elini koyarak,



 â€œSenden hoşlandım Halil Ağa” dedi.

 â€œBir gün köyüne de gelir, bir  ayranını içerim. Açık yürekli bir  vatandaşsın. Ama yine de sana  söylüyorum, hakkını kimsede bırakma  ara!..”



 Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.

 â€œMeraklanma beyim, evelallah heç  kimse bizim hakkımıza el değdiremez.  Fakat bu, Devlet Baba’ya borçtur.  Ödenmesi gerek… Otomobil hareket etti.



 Atatürk’ün canı sıkılmıştı.

 â€œBir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!..” dedi.



 Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu.  Yüzünde ince bir keder vardı.

 â€œYahu çocuk, şu Halil Ağa’nın vergi  borcundan öküzünü satmışız, merkeple  çift sürüyor, hala da ‘Devlet  Baba’ diyor. Ne mübarek millet, bu  millet!..”



 Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:

 â€œŞimdi” dedi: “İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini  telefonla bulacaksın!..

 Bu akşam kendilerini yemeğe  bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ  ile İsmet Paşa’yı bul, onlara  da haber ver.” Yaver odadan çıktı.



 Atatürk, Nuri Conker’e döndü:

 â€œŞimdi sen de arabayla çıkıp o  Halil Ağa’ya gideceksin. Ona benim kim  olduğumu söyleme. Tüccar, zengin  bir adam filan dersin. ‘Seni sevdi,  sana öküz alıverecek’ diye bir  şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al  getir buraya.”



 O akşam Atatürk’ün sofrasında  Başbakan İsmet İnönü, bakanlar,  milletvekilleri ve İstanbul Valisi  Muhittin Üstündağ’dan oluşan yirmi  beş konuk vardı. Atatürk, “Bu akşam  soframıza efendimiz gelecek” dedi.  â€œKendisine nasıl davranacağınızı çok  merak ediyorum.”



 Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk’ün kulağına bir şeyler  söyledi. Atatürk “Buyursun!” dedi.



 Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa,  gündüz konuştuğu beyin sofranın  başında oturduğunu, yanı başında da  İsmet Paşa’nın yer aldığını görünce,  şaşkınlıktan dona kaldı.  Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu  görünce ayağa kalktı.  Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar.



 Atatürk son konuğunu, “Hoş geldin Halil Ağa” diye karşıladıktan sonra  kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:

 â€œİşte beklediğimiz, Efendimiz” dedi.



 Nuri Conker, Halil Ağa’yı  Atatürk’ün sağ başına oturttu, kendisi de  yanındaki sandalyeye geçti.  Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten  Conker’le birlikte nasıl  kaçtığını, Halil Ağa’yı, bir yanında öküz, bir  yanında merkeple çift  sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak  bahanesiyle nasıl kendisi ile  konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde  anlattıktan sonra şöyle dedi:

 â€œŞimdi gerisini Halil Ağa ile  birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben  sorduklarımı baştan soracağım  Halil Ağa da orada bana söylediklerini  olduğu gibi tekrarlayacak.”



 Halil Ağa’ya döndü:

 â€œBak beri, Halil Ağa” dedi. “Sen bu  akşam benim baş misafirimsin. Senin  açık sözlülüğünü pek çok  beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra  sana hiçbir zarar  gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben  tarlada sorduklarımı  baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen  tekrarlayacaksın.  İşte soruyorum:



 â€˜Bakıyorum sapanın bir yanında  öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün  yok mu senin?” Halil Ağa  dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına  kapanacak oldu. Atatürk önledi:

 â€œYoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver.”



 Soru - cevap valiye kadar aynen  tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan  konuşmayı izliyorlardı.  Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:

 â€œPeki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi  bu değil mi?”



 Vali Muhittin Üstündağ, Halil  Ağa’nın ancak iki metre ötesinden  kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter  basmıştı iyice, işi savuşturmanın  yoluna kaçtı:

 â€œVali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi  duyurabilir miyiz ki…”



 â€œOlmadı bu, Halil Ağa… Bana dediğin gibi, dosdoğru...”



 â€œBöyle demedik mi beyim?..”



 â€œYa, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle  mi dedi bize Halil Ağa?”



 Nuri Conker karşılık verdi. “Hayır Paşam!..”



 â€œGördün mü?.. Demek aklında yanlış  kalmış. Hani bir şey dediydin sen,  vali neden duymazmış?.. Aynen bana  söylediğin gibi söyle.”



 Halil Ağa kekeleyerek konuştu:

 â€œKöylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam” dedi.

 â€œKusura kalma gayri...”



 Atatürk gülmeye başladı:

 â€œDiplomatsın ki, yaman diplomatsın,  Halil Ağa… Ama şimdi diplomatlık  sırası değil, doğruyu konuşacağız…  Söyle bana, orada dediğin gibi…”



 Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:

 â€œŞaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla ‘Bırak bu sağarı’ diye bir laf  kaçırmışım…”



 Sofrada gülüşmeler başlamıştı.

 â€œHadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:

 â€œE, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?”



 Halil Ağa İsmet Paşa’nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:

 â€œŞanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün…”



 Atatürk Halil Ağa’yı durdurdu.

 â€œBırak şimdi övgüleri” dedi. “Ben  lafın gerisini getireyim: Tamam  öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a  geliyor, Florya Köşkü’ne iniyor,  köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda  bekleseydin de derdini dökseydin ona.  Herhalde bir çaresini bulurdu.”



 Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:

 â€œKapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü  yanacağız!..”



 Atatürk’ün sesi iyice sertleşti:

 â€œBeni uğraştırma, Halil Ağa” dedi. “Erkek adam sözünü yalamaz. Ne  dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!..”



 Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:

 â€œŞanlı Paşamıza da sağar dedikti ya…”



 â€œYalnız sağar değil, ’sağarın sağarı’ değil miydi?”



 Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:

 â€œÖyle dedikti paşam, doğrusun!..” diyebildi.



 Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine  getirdi.

 â€œSon soruyu sorayım şimdi” dedi. “Bunun da karşılığını ver, öküzünü al  git.”

 â€œKoca yaz şuracıkta Atatürk  oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne,  anlatsaydın halini. O da seni  yüzüstü bırakacak değildi ya?”



 â€œHiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir,  halimi dinler.”



 â€œBırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.” Halil Ağa birden diklendi.

 Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk’ün  gözlerinin içlerine bakarak konuştu.

 â€œİşte bunu demem Paşam” dedi. “Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!”



 Atatürk gülmeye başladı:

 â€œZorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf  anlamıyor.” dedi. “Mustafa Kemal Paşa  Atatürk’ümüzün yüzünü görmek  için, Peygamber gücü gerek demiştin,  yanılmıyorsam. ‘Görsem de, işinden  gücünden, yiyip içmekten başını  kaldıracak da bizim öküzün arkasından  mı seğirtecek’ demiştin.” Halil  Ağa’nın gözlerinden yaşlar inmeye  başladı. Taş kesilmiş, duruyordu.



 Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:

 â€˜Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri’ demeye getirdin ya fazla  üstelemeyeyim” dedi.

 â€œŞimdi bak beni dinle, Halil Ağa…  Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu  anlatmak içindi: Şu gördüğün altı  bay hükümet… Yani, biri Başbakan,  ötekiler de Bakan! Memlekete göz  kulak olacak, işleri evirip  çevirecekler diye bu makama getirilmişler.  Bir kanun gerekti mi, bu  baylar hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur,  İtalya’dan mı olur,  Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun  buluştururlar, Türkçe’ye  çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler  Büyük Millet Meclisi’ne… Bu  Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan  senin yanına kadar olan beyler.  Kanun bunlara gelir. Bunlar da ‘hükümet  elbette incelemiş, gerekeni  düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek  yok’ derler ve kaldırırlar  parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama  sonra bir vergi memuru gelir,  vergi borcundan Halil Ağa’nın öküzünü  çeker, satar… Halil Ağa da  tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz,  ırgalana ırgalana sürmeye  çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim  zorlaşırmış, kimin umurunda… Sonra  ben bunları görürüm, içim kan ağlar,  işitirim, tasalanırım! E, hakça  söyle bakalım şimdi Halil Ağa… Sen  benim yerimde olsan, efkar dağıtmak  için, bunları bu beylerle konuşmak  için içmez misin? Ama sonra da Halil  Ağa tutar, sana ’sarhoşâ€™ der...”



 Halil Ağa’nın dili çözülmüştü:

 â€œÖyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir… Buldun mu bunu, hacısı da  içer, hocası da içer…”



 Atatürk sordu:

 â€œPeki sen de içer misin?”



 â€œHiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet  gibi!..”



 Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini  Halil Ağa’ya uzattı:

 â€œHadi bakalım Halil Ağa” dedi. “Sağlığına içelim.”



 Halil Ağa, “Koca Allah, benim  ömrümden de sana pay düşürsün Paşam,  sağlık düşürsün” dedikten sonra  Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi,  eline verilen kadehi bir  yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri  parlıyordu.



 Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk’e döndü:

 â€œYunan’ı denize döktün Paşam,  bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi  bir köylü parçasını sofrana  alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez  ki… Nideyim ben şimdi?  Bırak ki oh paşam, ayağını öpem…”



 Halil Ağa Atatürk’ün ayağını öpmek  için davranınca, Atatürk onu sıkıca  tuttu ve bu hareketi yapmasını  önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk’ün  ellerine sarıldı, ellerini öpmeye  başladı: “Bayrağımız gibi sen de  başımızdan eksik olma inşallah! Sana  her kim düşman ise, onun yeri senin  ayağının altı olsun!.. Gayri bana  izin, koca Paşam!..”



 â€œYemek yemedin!..”



 â€œYemek kolay… Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim.”



 Atatürk Nuri Conker’e işaret etti.

 Conker kalkıp Halil Ağa’nın yanına  geldi, kalktı Halil Ağa, önce  Atatürk’ü, sonra sofradakileri selamlayıp  kapıya doğru edeple geri geri  çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk  sofradaki öteki konuklarına döndü:

 â€œEfendimizin halini gördünüz mü  beyler?” dedi. “Devlet size böyle  davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek  millet bu, adam millet bu… Şimdi bu  adam milletin karşısında ‘adam  olmak,’ bize düşüyor!..”



 Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk’ten  ayıramıyordu:

 â€œHalil Ağa’nın öküzünü satıp,  üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya  da bizim yaptığımız kanun  yanlış yorumlanarak Halil Ağa’nın öküzünü  satıyor. İkisi de bence  birbirinden farksız… Böyle bir kanun yaptıksa,  memleket çıkarlarına  aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer  yaptığımız kanun  doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak  lazım. Hükümet  nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay  İstanbul’da  geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi  var; acaba  oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!..”





Kaynak:




 İsmet Bozdağ’ın “Atatürk’ün Sofrası” kitabı.        
Linkback: Atatürk ve Halil Ağa’nın Öyküsü
  • Gösterim 1,488 
  • Herşey Genel Paylaşım
  • 0 Yanıtlar


Linklerin Görülmesine İzin Verilmiyor Üye ol Veya Giriş Yap


Paylaş whatsappPaylaş facebookPaylaş linkedinPaylaş twitterPaylaş myspacePaylaş redditPaylaş diggPaylaş stumblePaylaş technoratiPaylaş delicious

Benzer Konular (5)


İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren Replikacep.com sitemizde 5651 sayılı kanunun 8. maddesine ve T.C.Knın 125. maddesine göre tüm üyelerimiz yaptıkları paylaşımlardan kendileri sorumludur.Replikacep.com hakkında yapılacak tüm hukuksal şikayetleri İletişim sayfamızdan bize bildirdikten en geç 3 (üç) iş günü içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek gereken işlemler yapılacak ve site yöneticilerimiz tarafından bilgi verilecektir.
Footer menü
Hakkımızda
Bize Ulaşın
Biz Kimiz
Hizmetlerimiz